

“Bu topraklarda herhangi bir olumsuzluktan doğan sorumlulukları, başkalarının üzerine yıkmak bir gelenek gibidir.
Kudret sahibi olanlar, sorumluluğu birkaç gencin sırtına yükler. Ve toplum, gözlerini kapayıp olan biteni unutur.”
İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda genel cerrahi ihtisası yaptım. Uzmanlık eğitimimi tamamladıktan sonra Mayo Clinic (Rochester/ABD) ve Memorial Sloan Kettering Cancer Center (New York/ABD) hastanelerinde eğitim aldım. 2005 yılında doçent, 2010 yılında cerrahi profesör unvanlarını İstanbul Tıp Fakültesi’nde aldım. Liv Hastanesi’ni medikal direktör olarak kurdum ve İstinye Tıp Fakültesi’nde kurucu dekanlık görevini üstlendim. 2017 yılından beri özel muayene hekimliği ve Maslak Acıbadem Hastanesi’nde yarı zamanlı (Visiting Professor) olarak çalışmaktayım. Son 20 yılda ortalama yılda 4 SCI (Uluslararası prestijli dergilerde) makale yayınladım. H-indeksim 29 olup, 4500’den fazla atıf aldım. Covid ile ilgili hiçbir yazım ve atıfım yoktur. Çeşitli ulusal ve uluslararası derneklerde yönetim kurulu üyelikleri yaptım, kongre ve sempozyumlar düzenledim. Sadece rektum kanser tedavisi üzerine 50’ye yakın uluslararası yayınım mevcut; bu, dünya kolorektal camiası için önemli bir sayıdır. Ülkemizde laparoskopik ve robotik kolorektal kanser cerrahisinin gelişimine önemli katkılarda bulundum. Ameliyatsız rektum tedavisini ilk başlatanlardan biriyim ve bu alanda birçok uluslararası yayınım bulunarak dünya literatürüne önemli katkılar sağladım. Tüm bu başarılarım ve deneyimimle dünya tıbbının dikkatini çektim; uluslararası bir saygınlık elde ettim. Uluslararası Tıp Otoritelerinin davetiyle dünya çapında birçok kongrede eğitim amaçlı, canlı yayın olarak robotik/laparoskopik kolorektal kanser ameliyatları gerçekleştirdim. 100’den fazla uluslararası konuşma yaptım ve birçok ulusal ile uluslararası fellow yetiştirdim. Bu kongre davetlerinin ve uluslararası platformlarda kazandığım saygınlığın, ulusal derneklerle hiçbir ilgisi yok; bu tamamen bilime adanmış bir yaşamın sonucudur.
Sağlıkta uygulanan dönüşüm süreci, başta üniversiteler olmak üzere, eğitim ve araştırma hastanelerindeki en yetkin kadroların önemli bir kısmının özel sektöre geçişine neden olmuştur. Bu büyük ve nitelikli insan gücünün kamudan özel/vakıf hastanelerine geçişinin yarattığı etkiler eğitim ve bilim alanında gözlemlenmiştir. Bu boşluğu daha önceleri iyi niyetle doldurmak amacıyla başlayan, hekimlerin aydın bilinciyle başlattıkları ulusal dernekler ve alt branş derneklerinin bilim ve eğitim kaygılarının, zamanla ciddi bir erozyona uğramış olması, tekelci kliklerin hâkim olduğu toksik bir ortama dönüşmesi, bu yazının ana sebebini oluşturmaktadır.
Yirmi beş yıldır sürekli olarak çalışan, her görevi başarıyla yerine getiren bir kişi olarak bu kamuya açık mektubu yazıyorum. Çünkü yazmamak sessizliğe katılmak demekti. Yazmak, başardıklarım ve gözlemlediğim yanlışların düzeltilmesi gerekliliği, bu yazıyı yazma hakkı ve cesaretini bana veriyor.
- Sürekli Tıp Eğitiminde, Eğitim Almak Bir Haktır, Ayrıcalık Değildir.
Hastalıkların yüksek teknik beceri, bilgi birikimi ve etik derinlik gerektiren uzmanlık alanlarında eğitim bir ayrıcalık değil, kamusal bir yükümlülük ve anayasal bir haktır. Ancak bu hak, son yıllarda bilimin ve kamunun elinden alınarak kişisel kliklerin, güç sahiplerinin, dernek yöneticilerinin ve bürokratik elitlerin elinde toplanmıştır.
Günümüzde bir uzmanın en basit cerrahiden, laparoskopik ve robotik cerrahiye kadar her şeyi yalnızca belirli bir derneğin onayladığı tek eğitimden öğrenmesi gerektiği telkin edilmektedir. Dernekler, üniversitelerin, kamu kurumlarının ve bilimsel otoritelerin üzerinde konumlanma çabası içindedir. Kendi içindeki otoriteyi mutlaklaştırarak, bilimsel öğreticiliği bir ayrıcalığa, hatta bir sadakat testine dönüştürmeye çalışıyorlar. Eğitimi ortak bir değer değil, kontrol aracı olarak sunmaktadırlar. Kendi kontrollerinin dışında başkaları tarafından düzenlenmiş sürekli tıp eğitimine davet edilen konuşmacı ve moderatörleri çeşitli ikna yöntemleriyle vazgeçirmeye çalışarak bilimde tekel yaratılmaya çalışılmaktadır. Bunun bilimsel doğrularla bir ilgisi yoktur; bilimin doğası gereği gerilemeye yol açacağı açıktır.
Bu süreç, planlı bir mühendisliktir; tüzüksel manipülasyonlar bunun yapı taşıdır.
Öncelikle bazı kişilere kapalı süreçlerle bir kerelik “Yeterlilik Belgesi” verilmektedir.
Ardından tüzük değiştirilir ve şöyle denir:
- Bu belgeyi taşımayanlar yeterlilik kurulunda oy kullanamaz.
- Yeterlilik kuruluna aday olamaz.
- Dernek yönetimine giremez veya adaylık koyamaz.
‘’Anahtarı dağıtanlar, kapıyı da arkadan kapatırlar!’’
Bu sistem, Batı demokrasilerinden ziyade; Ortadoğu tarzı, sembolik katılım maskesi taşıyan bir sadakat rejimini andırır.
Ve bu düzenin temsilcileri genellikle kamudan ayrılmış, yaş haddinden emekli olmuş veya kamuda kadrosunu koruyup özel sektörde çalışan hekimlerdir ki bu durum Tam Gün Yasası’nın belirli bir azınlığa tanıdığı haktır.
Çoğunluğu oluşturanlar kamusal alan dışında kalmış olsalar da özel ve/veya vakıf hastanelerinde “Ömür Boyu İktidar Olma” hakkını sürdürmek istemektedir. Çünkü burada yaş sınırı yoktur; mezara kadar söz, güç sahibi olunması, bilime ve geleceğe yön verme arzusu devam etmektedir.
Bu kişiler için eğitim, güç kazanmanın bir aracıdır. En son 10-15 yıl önce asistan eğitimi almış olanlar, “Asistan Sorunları ve Eğitim” adlı panelin çoğunluğunu oluşturan konuşmacılar arasında yer almaktadırlar. Hatta o denli ileri giderler ki: “Özel hastaneye geçmiş olsam da ben öğretirim, bilim bizden sorulur, bana ihtiyaçları var.”
Bu yaklaşım, yalnızca bir zihniyeti değil, eğitimin iktidarlaştırılmış doğasını ve otoriter kültürü de gözler önüne sermektedir. Güç senin elindeyse, en değerli parçalar da sana ait olur. Kongrelerde her birinize en az 2-3 prestijli görev gelecek şekilde bilimsel üretiminize bakılmaksızın, aranızda biat temelli paylaştırmalar yapılır.
- Bilim Yerine Tüzük, Liyakati Yerine Kulüpçülük
“Tüzükler…
Bilim, liyakat, etik…
İlk başta böyle başlar her şey.
Sonra birkaç kurnaz, o tüzüklerin içine sinsice kendi iktidarını gizler.”
Etik kurullar, bilim camiasının vicdanıdır. Ancak bu vicdanın yerini çıkar ilişkileri aldığında, kurul bir adalet kaynağı olmaktan çıkar ve yalnızca bir susturma aracı haline gelir. Kovuşturulan kişinin savunmasını bile almadan hazırlanan ve geçerliliği olmayan bir “Etik Kurul Görüşü”, her tarafa (Rektörlere, Cerrahlara, Hastane sahiplerine, hatta uluslararası dergi editörlerine) gerçekmiş gibi, bir yargı kararıymış gibi gizlice dağıtılarak hedef alınan kişiyi kamusal alanda itibarsızlaştırmaya yarar ve sessizlik iklimine katkı sağlar.
Oysa etik kurullar ve tüzükler, biat etmeyenleri yok etmek için değil, haksızlıkları durdurmak için kullanılmalıdır. Aksi takdirde kamu vicdanı yaralanır. Günümüzde birçok dernekte etik, adaleti sağlamak yerine, hâkim güçlerin huzurunu koruma görevini üstlenmiştir. Bu nedenle kontrol edilmesi gereken önemli bir alan haline gelmiştir.
Dernek yönetiminde görev alan bazı isimlerin uluslararası etik ihlalleri tespit edilerek, “Etik İhlal Suçu” tanımlanmış ve bu durum açıklanarak editoryal kurul kararı ile geri çekilmiştir. Bu geri çekme, açıkça “Retraction” başlığı ile derginin web sayfasında kamuya açık bir şekilde yayınlanmıştır. Ancak bu isimlerin onur ve etik kurulu üyelikleri ile dernek içindeki yönetim ve eğitim faaliyetlerine devam etmesi bir engel teşkil etmemektedir.
Tüzük orada ama uygulanmaz; çünkü o tüzük, gerektiğinde bükülmek için vardır.
Ülke bilimine verdiği zararı düşünmekten kaçınılır.
“Tüzük, içine gizlenmiş iktidarla ancak bir manipülasyon aracına dönüşür.”
Daha dernek yönetim kurulunu belirleyen seçimler henüz yapılmadan, başkanın yalnızca yeni yönetim kurulunu seçmesi gerekirken, başkan önceden belirlenmiştir. Ve bu yeni başkan bunu deklare etmekten çekinmez, sanki doğalmış gibi. Kongre başkanları, bilimsel komiteler, organizasyon ekipleri; hepsi sandıktan önce çoktan belirlenmiştir. Verdikleri “Ulusal Kongre Düzenleme Kurulu” payesini dahi bir kamu üniversitesi bölüm başkanı olmanızı umursamadan, sahte bir güç sarhoşluğu içinde alma cüretini göstermektedirler.
Ve yazık ki, demokrasiyle belirlendiğini, tüzüğe dayandığını ileri süren sivil toplum örgütleri, günümüzde hızla siyasal bir partiye dönüşerek feodalleşmiştir.
Demokrasi sadece bir afiş, bir kelimeden ibarettir. Kararlar yıllardır aynı isimlerin etrafında döner durur.
Çünkü uluslararası dernekler, ulusal dernekler aracılığıyla bağlantılar kurarlar. Bu sayede uluslararası konuşmalar ve görevler elde ederler. Özellikle uluslararası derneklerin başkanlık sırasının ülkemize ne zaman geleceğini çok iyi bilirler ve “Dünya Dernek Başkanı” olurlar. Bunun ülke kamuoyundaki etkisini ve diğer kazanımlarını bir düşünün.
“Küçük kliklerin yönettiği yerde demokrasi değil, yalnızca sessizlik çoğalır.”
III. Eğitimde Tekelleşme: Kim Eğitici Olabilir, Kim Olamaz?
Uluslararası cerrahi camialarında eğitici olmak genellikle net ve ölçülebilir kriterlere dayanır: SCI-E yayınlar, vaka sayıları, “Train the Trainers” belgeleri, sunumlar ve kurslardaki deneyim. Peki ya bizde?
“Sen eğiticisin. Sen değilsin. Çünkü biz öyle karar verdik.”
Canlı cerrahi kursları, kongre kürsüleri, eğitim panelleri artık yalnızca seçilmişlerin sahnesidir.
“Ölçüt çoğunlukla bilgi değil; kimin ne zaman sustuğu, kimin ne zaman eğildiğidir.”
Bazı düşük vaka sayılarına sahip özel hastane hekimleri, ne bir asistan ne de uzman eğitiminden sorumlu olmadan akademik unvanlar almış ve bugünün eğiticileri olmuşlardır. Oysa kamuda yıllardır görev yapan, uzman yetiştiren, çoğu klinik üyesi ve bölüm başkanları dışarıda tutulmaktadırlar.
“Eğitici Olabilmek, Kongrelerde Söz Sahibi Olabilmek” olunabilmesi için sırasını beklemek zorundadır, elbette uyumlu olma şartıyla…
Pandemi süresinde Covid kaynaklı yayınlarla ortalama 10’ar puan artmış H-indeksleri ve Covid’den elde edilen binlerce referansla, başka ülke merkezlerinin sonuçları kendi doğrularına destek olarak sunulmakta; niteliksiz makalelerle yeni bir eğitim yetkisi elde edilmektedir.
Kim, kimi eğitiyor?
En basit PubMed ve Google Scholar arama motorları bile isim soy isimle gerçeği, üretiminizi, yetkinliğinizi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
“Covid’in H-endeksine kattığı 10 puanı ve yayın şişkinliğini çıkarırsanız, geriye yalnızca liyakat kılıfına bürünmüş kocaman bir sessizlik kalır.”
Ne yazık ki, öğretmek artık bilgi aktarımı değil; kürsüye çıkabilmenin, görünür olmanın, biat etmenin ve sadakatin bir ödülü olarak sunulmaktadır.
- Dernekler Nasıl Feodal Yapıya Dönüşür?
“Kuruluşta sana bağımlı delegeler ile yola çıkarsın, yıllar geçtikçe yeni delegeleri ödüllerle veya zaaflarla ele geçirirsin. Böylece dernekler, ortada sandık olan küçük aşiretlere dönüşür.”
Modern görünümlü, dijitalleşmiş, sponsor destekli kongrelerin arka planında eski dünyanın küçük hanedanları hüküm sürmektedir.
Bir kişi başkan yapılacaksa, onu dernek ağaları belirler, onay verirler adaylığına. Ardından demokrasi ve sandıktan bahsedilir ve başkanlık o kişinin “doğal” hakkı haline getirilir.
Bütün bu süreçte elde edilen güç sadece rakiplere karşı kullanılır.
Peki ya kendi içlerinden biri skandala karışırsa?
“Dernek ağaları suçu bir iki kişinin sırtına yüklerken, ellerindeki etik kurulları çalıştırmaz ve tüzük gereği görevlerini sonlandırmazlar.”
Uluslararası bir dergi, editoryal kurul kararını etik gerekçeleriyle açıklar, yayını kaldırır ve bunu web’de yayınlar.
Ancak dernek susar, vicdanlar yaralanır.
“Tüzük ortadadır. Ama bakmak isteyen göz, işitmek isteyen kulak yoktur.”
“Unutmak ve unutturmak bu topraklarda kadim bir gelenektir çünkü.”
- Çözüm: Şeffaflık, Liyakat, Cesaret
“Değişim, tek bir damlayla başlar. Bileşik kaplar gibi… Bir yerde bir umut kabarırsa, başka bir yerde yankı bulur. Çözüm karmaşık değildir.
— Tüzükler birer süs değil, işleyen hukuk belgeleri haline gelmelidir.
— Eğiticilik; sadakate, kontenjana, klanlara değil; liyakate ve kamusal sorumluluklara göre belirlenmelidir.
— Dernekler, küçük iktidar alanları değil; ortak aklın evrensel evi olmalıdır.
Dernek üyelik barajları düzeltilmeli, kucaklayıcı olmalıdır. Her üyenin, demokrasinin gereği olan geniş katılımlı seçim hakkı sağlanmalıdır. Bu nedenle seçimlerin elektronik ortamda ve geniş katılımla yapılması sağlanmalıdır. Dernek başkanı, adaylığını ve projelerini dernek üyelerine açıkladıktan sonra genel kurulda çoğunluk desteği alarak seçilmelidir; yönetim kurulu tarafından değil.
— Onur ve Etik Kurul Üyeliği ile Yönetim Kurulu Başkanlığı; tek dönemle sınırlandırılmalıdır.
— Eğitim veren kurumlarda çalışmayan hekimlerin yönetim kurulunda görev yapması uygun olmayacaktır.
— Yönetim kurulunda özel/vakıf üniversiteleri ile kamu eğitim hastanelerinin eşit dağılımla temsil edildiği bir yapı oluşturulmalı ve bu yapı iki seçim dönem ile sınırlandırılmalıdır.
— Kongreler ulusal platformlardır; sürekli tıp eğitimi için ayrılan zamanların liyakat esasına göre tüm Türkiye’yi kapsayacak biçimde dağılımına dikkat edilmelidir.
— Zaten bir kongre için sınırlı olan sürekli tıp eğitimi saatlerini doldurmak için abartılı sayıda yabancı konuşmacı çağırma alışkanlığından vazgeçilmeli; böylece hem ülke kaynakları korunmalı hem de ulusal kongre platformu korunmalıdır.
— Kendi verilerimiz ve ülkemiz öncelikleri bilimle harmanlanmalıdır.
“Korkunun hüküm sürdüğü yerde, bilim yalnızca dekor olur.”
Şeffaflık, korkuya karşı en etkili panzehirdir. “Etik; gücü korumak için değil, haksızı durdurmak için vardır.” Bilim adamı her şeyden önce cesur olmalıdır. Tarih, cesur bilim adamlarının örnekleriyle doludur. “Bilimin olduğu yerde korku, korkunun olduğu yerde gelişme olmaz.”
Türkiye’nin en eğitimli, yetkin ve donanımlı kadrolarının kendi ortamlarında, ulusal ve alt çalışma gruplarında acilen demokrasiyi sağlaması, bilimi, aklı ve vicdanı yeniden yapılandırmaları gerekmektedir.
Türkiye’nin politik yapısının uyguladığı programın tartışılması ayrı bir konu; programın pratikte yarattığı sorunları çözmek bambaşka bir meseledir. Biz hekimlerin hangi uzmanlık alanında olursak olalım, derneklerimize sahip çıkmak, feodal, siyasi ve biat kültürünün yarattığı toksik ortamı ortadan kaldırmak zorundayız. Bu, aydın bir sorumluluğumuzdur ve ülkemiz için daima daha iyiye ulaşma hedefini unutmamalıyız…
Bu mektup bir damla olabilir. Ama o damla, bir gün etten örülen duvardaki bir çatlağı büyütebilir.
“Aydın olmak, yalnızca konuşmak değil; yalnız kalmayı da göze alabilmektir.”
Saygılarımla…