reklam
reklam
DOLAR38,6866% -0.22
EURO43,5455% 0.35
STERLIN51,7407% 0.38
FRANG46,2669% 0.47
ALTIN3.972,05% 0,28
BITCOIN102.068,75-1.648
reklam

Bir Rejimin Kentle Savaşı: Kanal İstanbul

Yayınlanma Tarihi : Google News
Bir Rejimin Kentle Savaşı: Kanal İstanbul
reklam

KENTE KARŞI SUÇUN TARİHÇESİ

İstanbul’un talanı tarihi çok eskiye dayanıyor. Bu kadim şehir, her dönemde farklı bir “büyüme modelinin” yükünü taşımaktadır. 1970’lere göz atarsak, kırsaldan ucuz iş gücü olarak sanayide çalışmaya gelen bireylerin gecekondu yapmalarına izin verilmişti. Çünkü yaşam maliyeti düşük olduğunda ücretler üzerindeki baskı da azalacaktı. Bu durum, sermaye sınıfı için maliyetleri düşürmenin en “pratik” yolu haline gelirken, siyasetçiler için de ekonomik ve siyasi bir rant alanı sunuyordu. Kent planlaması değil; emlak rantı, geçici çözümler ve siyasi kayırmalar ön plana çıkıyordu.

1980’lere geldiğimizde, denizden gelen rüzgârların serinlettiği ve klima işlevi gören doğal koridorlar, kıyılara inşa edilen yüksek katlı beton binalarla engellendi. Bu tür yapılar, rüzgârı değil, kamusal aklı da durdurdu. Şehir silueti bozuldu, kamusal alanlar kayboldu ve estetik kayıplar hızlandı.
Ancak en büyük kent suçları kuşkusuz 1990’lı yılların ortalarından itibaren işlendi. Zamanla İstanbul’un kuzey ormanları parçalandı, dikey mimari kenti boğdu ve trafik içinden çıkılmaz bir hâle geldi. Elde edilen sonuç; estetik, tarih ve doğayla bağını koparmış bir şehir oldu. Üstelik bu yapılanlar yalnızca şiddetli bir kent suçu değil; doğrudan bir sermaye birikimi modeliydi.

YA AR-GE, YA ARSA: SERMAYE BİRİKİMİNİN TIKANDIĞI NOKTA

Türkiye ekonomisi, birçok alanda ciddi yapısal problemlerle yüzleşiyor. Sanayide yüksek teknoloji üretiminde başarısızız, hizmet sektöründe rekabet unsurları çoğunlukla ucuz iş gücü üzerine kurulu ve tarımda verimlilik sorununu bir türlü aşamadık. Peki, böyle bir ekonomide sermaye nerede birikir? Cevap ortada: arsa ve inşaatta…
Tüm sektörlerde kâr oranları düşerken, kentsel rant uzun süredir en güvenli liman konumunda. Çünkü bu model, karın özelleştiği, risklerin ve zararların kamusallaştığı bir yapıya sahip. Denetlenmeyen TOKİ, imar yetkileri ve kamu bankası kredileri… Sermayenin rahat ettiği, toplumun sıkıntı yaşadığı bir yapı ortaya çıkmakta.

AKP burjuvazisi, yıllardır bu sistemin hem yaratıcısı hem de yararlanıcısı olmuştur. Genellikle montaj sanayi yan ürünlerine dayalı bir büyüme yaşarken, bu grup zamanla ne finans kapitalin karmaşık yapısına entegre olabildi ne de yüksek teknolojili üretim alanına geçiş yapabildi. Yüksek beşeri sermaye, uzun vadeli planlama gerektiren sektörlerle AKP burjuvazisinin alıştığı kısa siyasal yollar uyuşmadı. Ancak istisnalar mevcut. Örnek vermek gerekirse, bankacılık ve finans sektörünü ele alalım. Sermaye piyasalarında spekülatif faaliyetlere girmeden yüksek getiri sağlamak için teknolojiye ve insan kaynağına yatırım yapmak oldukça zorlu bir süreçti. Bu nedenle, AKP burjuvazisi borsa spekülasyonu dışında bu alana ilgi göstermedi. Bankacılık sektöründe de kamu bankaları üzerinde kurdukları kontrol ile en iyi bildikleri imar rantına yöneldiler. Uzun bir süredir hem kurumsallığını tamamlamış hem de Türkiye’nin yüz akı sayılan bir kuruma göz dikmiş durumdalar. Bankacılık sektörünü bırakıp telekomünikasyon alanına bakalım. Türk Telekom özelleştirmesi ve Turkcell’in geçirdiği dönüşüm, nasıl bir AKP burjuvazisi ile karşı karşıya olduğumuzu en net gösteren örneklerdir.

Dolayısıyla, AKP burjuvazisi için arsa geliştirmek, imar değişikliği ile zenginleşmek ve kamu mülklerini özelleştirmek hep çekici olmuştur. Çünkü bu süreç kolay, risksiz ve oldukça kârlıdır.
Ayrıca, sermayenin biriktiği veya dışarıdan geldiği diğer alanlar da bulunmaktadır. Güvenlik bürokrasisini yanına alan bu grup için illegal ve gri alanlar da bir sermaye birikim modeli oluşturmuştur. Uyuşturucu, silah ticareti ve kayıtdışı sermaye akışı… Bugün bunlar, görmezden gelinen alanlar haline gelmiştir. Özellikle belirsiz yabancı sermayenin gayrimenkul, kripto veya sahte yatırım paketleriyle ülkeye girişine sistematik olarak zemin hazırlanmakta.

Bu ortamda tasarruf açığı çeken bir ülkeye doğrudan yabancı yatırım gelir mi? Hukukun keyfi olduğu, bireyin profesör olarak uyanıp lise mezunu olarak günü kapattığı bir ülkede ne sanayiye ne de hizmet sektörüne yatırım getirilebilir. Peki, bu durumda AKP, hem kendi sermaye grubunu büyütürken hem de yabancı yatırımcıya ne önerir? Cevabı basit: Toprak ve bu ülkenin geleceği.

SON NEFESİN EN GÜÇLÜ ÇIRPINIŞI: KANAL İSTANBUL

Kanal İstanbul’u, siyasi olarak son nefesini vermekte olan bir anlayışın son, öfkeli ve yıkıcı çırpınışı olarak görüyorum. Bu bir proje değildir; bir çöküş anında vurulan son büyük darbeye benziyor. Artık ne ikna edebiliyorlar ne de ittifak kurabiliyorlar; ne de yönetişimle sürebildikleri bir iktidar anlayışı kalmış durumda. Geriye sadece, nefes alabilmek için toplumun kaynaklarını tüketme refleksi kalıyor.
Kanal İstanbul ile oluşacak yeni yerleşim alanlarıyla imar haritası yeniden şekillenecek, tarım alanları ve su havzaları yok olacak, İstanbul’un doğal dengesi sarsılacak. Montrö Sözleşmesi’nin etkisiz hale getirilmesiyle Türkiye’nin jeopolitik istikrarı da tehdit altına girecek.
Tüm bu yıkımın ardında yatan neden oldukça basit: Bu rejim artık nefes alamıyor. Nefes alamadıkça da öfkelenmekte, son bir çabayla her şeyi yıkıp geçmektedir.

TOPRAĞA GÖMEN DEĞİL, GELECEĞİ KURAN BİR SİYASET

Oysa farklı bir yol da mümkün.
İstanbul’un gerçek ihtiyacı, Kanal değil; yeşil koridorlardır.
Beton değil; planlı kentleşmedir.
Rant değil; kamusal adalettir.
Geçici büyüme değil; sürdürülebilir kalkınmadır.
Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, yalnızca bir çevre mücadelesi değil; bu ülkede sermaye rejimine, siyasi kültüre ve gelecek kaygısına karşı durmaktır.
Bugün bir kanal değil, bir gelecek inşa etmeliyiz. Bu toprak artık sermayeye nefes değil, halka mezar olmamalıdır.

reklam

YORUM YAP