

Bazı yolculuklar, varmak için değil, sadece şahitlik etmek içindir. Ve bazı insanlar, kelepçeler takılı da olsa, vicdanın özgür halkalarını taşırlar.
Antik Çağ ve Orta Çağ’da zindanda olanların, yakınlarının cenaze törenine katılma isteği, döneme, bölgeye, rejimin doğasına ve mahkumun statüsüne göre değişiklikler gösterirdi.
Antik Yunan’da mahkumlara bazı dini ritüellerde bulunma hakkı tanınabilirdi, çünkü tanrılara karşı saygı önemliydi.
Antik Roma’da vatandaş hakları önemliydi. Eğer bir mahkum Roma vatandaşıysa, bazı insani haklara sahipti. Özellikle politik mahkumlara, senatör sınıfından gelenlere, Cum dignitate ilkesi gereği (onura uygun davranma) cenazeye katılma izni verilebiliyordu.
1327 yılı. İngiltere’nin kuzeyinde York Zindanı’nda bir taş ustası tutuluyordu; Thomas.
Suçu basit ama dönemin feodal düzenine göre ağırdı. Efendisinin izni olmadan köy dışına çıkmaktı. Günün birinde annesi öldü. Köy halkı, rahip ve birkaç cesur yürek, şehre dilekçeler verdi. “Oğul, annesinin cenazesine katılsın” dediler. York Şerifi önce karşı çıktı. Ama sonunda, Thomas’a zincirli şekilde annesinin mezarına gitme izni verdi. Thomas mezarın başında diz çöktü. Ağlamadı. Ama onu gören herkes ağladı. Çünkü orada adaletin sertliğiyle insanlığın yumuşak kalbi toprağın içinde çarpışıyordu.
Aradan yedi asır geçti.
Şimdi başka bir insan, başka bir ülkede, başka bir çağda; Ekrem İmamoğlu.
Tutsak. Talebi basit, duygusu evrensel. Bir dosta, bir yoldaşa, Ferdi Zeyrek’e veda edebilmek.
Katılamadığı sadece bir tören değil, bir ortak hatıra, bir siyasi yoldaşlık, bir insanlık hakkı.
Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Beklenti, merhametin sesiyle kapının aralanmasıydı. Ama olmadı. Bu kez adalet, Thomas’a açtığı kapıyı Ekrem İmamoğlu’na kapattı. Zincirli yürüyüşe değil, zincirsiz bir vedaya bile izin verilmedi. Onlarca tutukluya verilmediği gibi.
Bu karar, hukuki olabilir. Ama hukuki olan her şey, vicdani midir?
Bir mezarın başına varmak, orada bir “veda” demek… Bunu bir insana çok görmek, sadece o kişiye değil, hepimize kaybettirir. Çünkü cenazeler sadece ölülerin değil, yaşayanların da onurudur. Ve bir toplumu, onun adalet terazisinden değil, merhamet terazisinden de tartmak gerekir.
Thomas’ın zincirleriyle varabildiği bir mezara, bugün özgürlükten mahrum bırakılmış bir insan ulaşamıyorsa, soru şudur:
“Zaman ilerledi ama acaba adalet geride mi kaldı?”
Belki de adaletin gerçek testi, tam da mezarların başında başlar. Ve bazı kararlar vardır, tarihe değil, vicdana gömülür.